
Tarih anlatımda bir çok kez tarihi bir olayın veya olgunun anlatılırken, belli bir kronoloji ve akışa göre gerçekleşiyormuş gibi bir anlatım hatası yapılır. Bu her zaman geçerli bir temellendirme değildir.
Bundan kastımız; gerçekleşmiş bir olayın adım adım (tıpkı bir terzinin nakış işlermiş gibi) gerçekleşmiş olarak anlatılmasıdır. Bu tezin yanlışlığını anlatmak için, Fransız Devrimi anlatılırken yapılan hataya odaklanabiliriz.
Genel anlatım olarak Fransız Devriminin gerçekleşmesi kabaca şu şekildedir;
Giderek yoksullaşan bir halk ve bu yoksulluğa dayanamayıp monarşiyi indiren aynı halk… Ancak ben bu olayın bu şekilde anlatılmasının müthiş derecede hatalı olduğu kanaatindeyim. Çünkü bu anlatım şeklinde halkın adım adım sabrının taştığı ve koşulların en uygun olduğu zamanda monarşiye karşı harekete geçtiği anlamı çıkar. Ancak unutulmamalıdır ki Fransız Devriminin başlangıç fitili olarak kabul edilen Bastille hapishanesi baskını sadece 10-15 cumhuriyetçi tarafından yapılmıştır, ki zaten o dönem için daha fazla cumhuriyetçiden bahsetmek oldukça zordur. Burada da görüyoruz ki; Fransız Devrimi tamamen olgunlaşmış koşullar sonucunda ortaya çıkmamıştır; aksine kimsenin beklemediği anda yapılan bir baskın sonucu koşullar uygunlaştırılmıştır. Buradan anlıyoruz ki koşulların uygunluğunu beklemek çoğu zaman sonuç vermemiştir.
Şartlar ne olursa olsun yapılan en ufak eylem bile koşulların olgunlaşmasını sağlamıştır şeklinde bir sonuç çıkarmak daha mantıklıdır. Tabii burada bu tezi bir örnek üzerinden temellendirmek tek başına yeterli olmayacaktır. Bu yüzden bir kaç örnek daha vermekte fayda var diye düşünüyorum;
82 kişi ile başlayıp devrimin yapılacağı ana karaya ayak bastıklarında 12 kişi devam edip başarılı olan 26 Temmuz Harekatı…
Bolşevik partisi etrafında toplanıp Ekim Devrimini gerçekleştirenleri kalabalık bir grup olarak anımsarız hep. Ancak devrimden sadece bir kaç yıl önce bu parti etrafında sayıları yüksek kitleler yoktu.
Tabii bunun örneği çok yakından bildiğimiz Kurtuluş Savaşı ve onun ardından gelen reformlar döneminde de vardır. Kurtuluş savaşı da bir avuç öncünün kitleleri harekete geçirmesi ile başarılı olmuştur.
Bu örnekler tarihe bakılarak çoğaltılabilir. Şimdi şunu düşünmekte fayda var. Bu örneklerdeki öncüler, şartların uygun olmamasından dolayı sızlanma yoluna mı gittiler veyahut şartları kendi lehlerine olgunlaştırmak için harekete mi geçtiler. Eğer birinci seçeneği tercih etmiş olsalardı muhtemelen bu verdiğimiz örnekler ne bu yazıda ne da başka yerlerde bahis konusu bile olmayacaktı.
Ayrıca bir olaya ya da gruba öncülük eden kişi şunu kesinlikle bilmelidir ki, tarihin hiç bir döneminde yapılmak istenen ilerici hareketler için elde hiç bir zaman yeterince kalifiye kişi olmayacaktır. Liderlerin yalnızlığı adeta kaderleri gibidir. Bu yüzden ilerici harekete liderlik eden kişinin ilk görevi kendini eğitmek ve geliştirmektir. Çünkü hareket sırasında veya hareket anında kitleleri eğitip tamamen değiştirebileceğini düşünmek bir yanılgıdır; bu sonraki iştir. Yani hareketin başarılı olması durumunda, reform aşamasına geçilince yapılacak iştir.
Şimdi burada anlatılanlar üzerinden günümüze gelecek olursak, bizde ve dünyada hareket kabiliyeti olarak giderek hantallaştırılan insanlar görüyoruz. Yukarıdaki sunduğumuz seçeneklerden birincisi olan durumların uygunsuzluğundan sızlanıp idealler ve hedefler peşinden gitmeye korkan insan modeli ile karşı karşıya olduğumuz bir çağa girmiş bulunmaktayız. Elbette bugün geçmişle kıyaslanamayacak kadar değişik ve farklı bir çağda yaşıyoruz. Kalabalık ve dolayısı ile oldukça farklı görüşlerin kol gezdiği bu zamanda, organize olma sıkıntısı yaşıyor olmamız gayet doğaldır. Ancak her çağ, kendinden çıkaracağı (doğuracağı) ardıl dönem için sancılar çekmiştir. Tıpkı bugün olduğu gibi…
Peki; bugün bu sancılardan kurtulup yeni bir aydınlanmayı nasıl başlatırız soruna gelirsek, aslında bu sorunun cevabı hiçte zor değildir. Çünkü insanlık tarihi yeni bir aydınlanmayı her zaman felsefe aracılığıyla gerçekleştirmiştir. Bu bugün de farklı olmayacaktır. Zaten bugün yeni bir aydınlanmaya ihtiyaç duyduğumuz açıktır. Sorunlarımızın asıl sebebi de felsefeye sırt çevirmemiz değil midir?
“Felsefe öldü, artık felsefeye ihtiyaç kalmadı, bilim felsefenin yerini aldı” (ki bilimin felsefeye ne kadar ihtiyaç duyduğunu bilmeyenler tarafından kurulan bir cümledir bu) gibi safsataları sıkça duyar olduk. Bu gibi safsatalara başvuranlar genel itibariyle felsefe ile baş edemeyeceğinden korkan ve eğer baş edemiyorsa bunu itibarsızlaştırıp sorunun onu yapamamak değil direkt felsefenin kendisinden kaynaklanan bir sorun olduğunu göstererek, kendini olumlama çabasından başka bir şey değildir. Ancak bu korkakça bir tavırdır ve insan olmak erdemine yakışmayan bir yöntemdir. İşte biz de bugün burada felsefenin kılıcını kuşanarak bu korkak felsefe düşmanlarına savaş açıyoruz. Bu yolun zor ve fedakarlık gerektiren bir yol olduğunu bilerek, felsefenin dönüştürücü ve değiştirici gücünü kullanarak aydınlanmaya katkıda bulunmak için mütevazı çabalarımızı ortaya koymaktan mutluluk duyuyoruz. Koşulların uygunsuzluğundan sızlanan dostları da koşulları uygun hale getirmek için birer felsefe neferi olmaya davet ediyoruz.
Burada öncü kimdir? Olaylar karşısında nasıl konumlanmalıdır? Harekete geçmenin olaylar üzerinde nasıl olumlu etkiler yaratıp değişime yol açtığını ve felsefenin değiştirici ve dönüştürücü gücüne ne kadar ihtiyaç duyduğumuzu yer yer örnekler vererek kısa bir yazı ile anlatmaya çalıştık. Umarım vermek istediğimiz mesajı doğru bir dil ile verebilmişizdir. Felsefe ile kalın.
“Binlerce kilometrelik bir yolculuk, ilk adımın atılması ile başlar.” Lao Tzu

